MAHMUT CELAL ÖZMEN |
“O(insa)nların çoğu ancak ortak koşarak
Allah’a iman ederler.” (Yusuf Suresi–106)
“Allah, kendisine ortak koşulmasını asla
bağışlamaz.” (Nisa Suresi–48)
Aklı başında insanlar usulüne uygun ve makul sınırlar
çerçevesinde, gerekli bilgiyle, azimle, sabırla, dürüstçe ve cesaretle işlerini
halleden insanlardır. Bu minval üzere kesin bir metod olarak, Allah’ın
hidayetine mahzar olan aklı başında bir mümin de -hidayete erdiği yaş kaç
olursa olsun- kişisel gelişimini ve terbiyesini Kur’an mektebine tabi
tutacaktır.
Bu meyanda bir Müslüman öncelikle bireysel ve ailevi hukukunu,
sonra toplum hukukunu ve giderek ibadet, ahlak ve muamelatını da yalnız
İslam’dan alacak ve kendini beşeri kanunlar yerine, Allah’ın kanunlarına karşı
sorumlu bilecektir. Haliyle dinini sahih kaynaktan alacak ve gelişi güzel her
söze iltifat etmeyecektir. Bu sağlıktaki bir Müslüman’ın yaşantısı da
son tahlilde kaliteli insan Rasûlullah’ın yaşantısının bir yansımasıdır;
çünkü bu Müslüman O’nun ümmetindendir.
Kesin olarak bildiğimiz bir gerçektir; dünyada Kelime-i Tevhid’i
kalbine iman olarak yazmış ve onun gereklerini hayatına uyarlamış bir mümin
için nice müjdeler vardır. Bu mümin ‘Lâ ilâhe illallah’ anahtarıyla Havz-ı
Kevser’de Rasûlullah’ın komşusudur. Firdevs-i Âlâ’da da en güzel nimetlerle
rızıklanacaktır muhakkak.
Bunun tam aksine, gözü açık, kurnaz, her işini öyle veya böyle,
-haklı haksız fark etmeden- halleden, türlü düzenler çevirerek kârlı çıkan,
olmadık desiselere başvurarak haklı çıkan kişi de bu haliyle dünyaya ölçüsüzce
rağbetinin kendisini hangi şeyin kapsama alanına çektiğinin farkında bile
olmayacaktır.
Yine de söylemek gerekir, kendini başarılı ve uyanık sanan bu kişi
her ne yaparsa yapsın, kendi bildiği ve Kur'an'ın emrettiği dinden öte
babasının inancı olan kaotik ve gevşek bir İslam’ın etkisindedir. Evet, onun da
Allah’a ve ahiret gününe inancı vardır ve cennetten de asla vazgeçemez. Zira
kendisi yaptığı tüm hesaplar gibi bu cennet hesabını da iyi bilmektedir. Değil mi
ki, onun hesabına göre de cennet yabana atılır bir nimet değildir. Yaşadığı
hayatı türlü kolaylıkların izleğinde sürdüren bu adam için cenneti elde etmenin
de bir kolayı olsa gerektir. Kendi arayışını ve bu arayışın kolay yollarını da
içinde barındıran bu adamın tefekküründen söz edilemez. Onun ilimden nasibi
yoktur. Hakiki bir iman için gereken araştırma onun işi değildir. Okuma eylemi
de ona dünyevi manada emredilen uyduruk metinleri sorgulamadan okumak dışında
bir anlam ifade etmeyecektir.
Böylece sadece kendi bildiğince iman etmek gibi eksikli bir
imandan bile yoksun kalan bu kişi için şüphe giderilmiş değildir. Hep korku
içindedir, hep tedirgin ve bir o kadar da kanmaya ve kandırılmaya müsait bir
gündeliğin peşinde gezip durmaktadır sürekli. Kendinden ve asıl kitabından
kopup giden bu adam için şeytan artık işbaşındadır. Çünkü o kolayından bir
cennetin peşindeyken şeytan da onun bu beyhude dolaşımına bağlanan yolları ona
kolaylaştıracaktır.
İlkin ve en kolayından bu adamın karşısına bir cennet davetçisini
çıkaracaktır şeytan. Kulağı daha en başından ilahi mesajın kodlarına kapanan bu
insanın duymaktan pek hoşlanacağı bir sesi ve sözleri vardır şeytanın.
Sözgelimi 'kardeşim gel...' der bu sesle. ' İyisi; ucuzu daha ucuzu
ve kolay olanı burada...' diye de ekler. Şirazesini kaybeden bu insanın
kulağı bu seslere ne kadar da aşinadır, bu sesleri nasılda iyi işitir, duyar ve
oraya yönelir. Hiç şaşmamak gerekir, çünkü bu şirazesinden kopuk insanın kulağı
da tıpkı kârlı işleri sevdiği gibi, bu seslerin tınısını
da pek sevecektir.
Derler ki bu adama;
“Bir mürşide tabi olmazsan kaybolursun.”, “Cemaatin içinde
olmazsan kuzuyu kapan kurt gibi seni de şeytan kapar.”, “Çobansız sürü
olmayacağı gibi mürşitsiz cemaat da olmaz.” derler ve eklerler;
“Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır.”, “Âlim bir zatın kâmil bir
mürşidin terbiyesinden geçmesi ve onun himmetinden istifade etmesi gerekir.” diye
de tembihlerde bulunurlar sürekli olarak. “Onlar peygamberlerin
vârisleridir.”derler bu adama;“Onlar son nefesinde şeytandan senin
imanını kurtarır, Ahirette de sana
şefaatçi olurlar.” derler habire.
“Bir mürşidin eteğini tutan cennetin en yücelerine, şehitlerin ve
peygamberlerin mertebesine çıkar” derler sonra sonra ve bu
demeleri, tembihleri, uyarıları, çağrıları hiç bitmez onu kolayından cennete
çağıranların...
Söylenen, tekrarlanan, anlatılan sözler böyledir, ama aslında
bütün bu anlatılanlar tıpkı yurt dışına işçi olarak götürmeye heveslendirilip
de borç harç buldukları paraları dolandırıcılara kaptıran işsiz insanların iş
diye ıssız bir adaya bırakılışı gibidir. Son tahlilde bu cennet arayıcılarına 'İşte
geldiniz, burada inin, buradaki ağaçları budayıp, otları sulayacaksınız, işiniz
budur...' denilecektir ve daha da acısı bunu iş olarak bilişleri ve
belleyişleri olacaktır. Evet, dolandırılmışlardır, lakin ne hoş bir
dolandırılıştır bu ki, ucunda kolay bir cennet beklemektedir onları...
Hâlbuki ilahi bağlamından kopmuş olsa da
bu şirazesiz insanların gayesi de son tahlilde müspettir ve fakat pek kestirme
bir yol tutturmuşlardır. O kadar ki, halleri sanki de büyük Arjantinli hikâyeci
J.L.Borges'in ‘Yolları Çatallanan Bahçe’si gibidir. Lakin bu insanların
karşılarına çıkan bu yolu çatallı bahçenin hemen şimdi ve burada seslenip duran
çokça seküler bir fısıltısı da vardır. Bu çatallı bahçenin tam kestirme bir
yerinde, kendilerine yol gösterenler vardır çünkü. 'Kestirme yol arayanların
bir kılavuzu olsun, bu yol bilmeyen insanlar mürşitsiz mi kalsın...' diyerek
tutmuşlardır çatalın bir köşesini.
Bu yolları çatallanan bahçeye yolu düşen insanlar için olsa da,
aslında bu da bir dengedir; her ne kadar tasvip etmek kolay değilse de, adeta 'beni
kandıracak kimse yok mu...' dercesine tedbirsizce yol arayan bu kimseleri
elbette birileri kandıracak ve bu sayede imtihan dünyasının ıssız adaları da
insan yüzü görebilecektir. Geçici de olsa dolandıranlar içinde çokça kârlı
dolayımdır burada duran. Zira hem arayanlar
hem de çağıranlar için bir müddet sürecek bir sefa yayılmaktadır bu dolayımın tam
orta yerinde.
Belki bazıları erken kendine gelecek ve dolandırıldıklarını fark
edeceklerdir. Lakin dolandırıldığını anlayamayan adam, hep
emeğinin karşılığını alacağını umarak salih amel işlemeye devam ettiğini
düşünerek, beyhude yere ve biteviye sulaması istenen otları
sulamaya, ağaçları budamaya devam edecektir. Tıpkı Psikiyatrinin altını çizdiği
'öğrenilmiş çaresizlik' girdabında devinip duran ezberci mağluplar gibi, kendi
tevillini de kendi mantığından çözüp örmeye duran bu insanlar için artık başka
bir kandırıcıya da ihtiyaç yoktur; ' hem niye kandırsınlar ki onu, “ağaçları
kesin, otları yakın” gibi kötü bir emir de verilemiştir ki...'
İşte insanın bu dünyadaki dönüştürülmüş ve anlamını kaybetmiş asıl
garibanlığı da budur. O kadar ki, bu gariban emeğinin karşılığını alacağına
inanarak ecel gemisi gelinceye kadar bekleyip duracak ve maalesef ömür
sermayesini batak şirketlere yatırmış ve tüketmiş biçimde de ahirete
göçecektir.
Oysa bir daha dönüş imkânı olmayan ahiret yolculuğu için insan, henüz
dünyada iken, hangi ölçüye tabi olacağını
sağlamca hesap ederek yolunu çatallanmadan kurtarmaya yönelerek
çareler aramak durumundadır. Bunun içinde evvela rehber kitap Kur’anı ve
kılavuz Muhammed aleyhisselamı iyi tanımalı, sağlam
bir yol bulabilmek için din simsarlarının eline düşmemelidir.
Heyhat ki, adı üstünde o bir müriddir, ve bütün bunları o
istemiş ve başına ne geldiyse sunulan yemi kabul etmekle bu
çatallanmış yola girmiştir artık.
Bununla beraber bu arayış
içindeki insanları yolunu şaşırmış balıklar yerine koyup bu çekici yemleri, peş peşe sıralayanların
sözleriyle, vaat ettikleri şeyler arasında, düşünen
insanın kolayca görebileceği, uçurumlar bulunmaktadır.
Fakat insanları düşünmekten alıkoyan önemli bir
şey de vardır bu uçurumların başında.
Korku adındaki bu şey, bir acayip burgaçtır
ki, öncelikle bu zavallı insanı dört bir yandan kuşatarak
içine girdiği bu dairenin dışına çıktığında
yapayalnız ve korumasız kalmak endişeyle titretmekte ve
kurtuluş için yegâne çarenin de ancak bu dairenin içinde olduğunu
fısıldayıp durmaktadır ona...
Bu bağlamda öncesinde öğretilmiş,
sonrasında ise öğrenilmiş bir çaresizliğin cenderesinde bırakılan
insana şeyhten haber verirken telkin
edilenler gerçekten ürkütücüdür, korkutucudur ve insanın elini ayağını buza
kesecek, beynini donduracak niteliktedir. Nitekim artık
bu çaresiz mürid için, içine girdiği
bu acayip dünya - daire- garip bir
biçimde ultra kahramanların yaşadığı Marwel dünyası gibi inanılmaz
bir dünyadır. O kadar ki, süper kurtarıcıları,
teslim
olmuş binlerce,
milyonlarca ayakları yere basmayan müridiyle vekiliyle, halifesiyle kutupları,
gavsları, kırkları yedileriyle akıl
almaz bir genişlik ve derinlik sunmaktadır
müride. Tıpkı onun gibi cümle müridan da bir bakıma
Mars’tan daha uzak bir gezegende gibidir artık.
Sanki Deleuze'yen bir köksap karmaşası
içinde uzayan bu gezegende sözgelimi, şeyh
şüphesiz biçimde insan olduğu halde garip
bir biçimde de insanlardan güçlü kuvvetli, dilediğini yapabilen, her an gören ve
işiten (!) bir süper adamdır ve onun hakkında en küçük bir şüpheye
düşmek bile küfre eşdeğer
bir günah hükmündedir.
Müridanın tek tek aklından geçenleri bile bildiğine inanılan
bu yüce adamın sahte bir veli, bid’atçı ve mülhid
olduğunu düşünmek bir yana, bu meyanda küçük bir şüphe
içine girmek bile imkân dışıdır. Tam da bu kendi kökünü kendi saplarından
ören daire içerisindeyken sanki insanı
yaratan yüce Allah’tan korkar gibi bir insandan korkmakla ve onu
eleştirememekle kayıtsız, şartsız batıl bir imanın temelleri atılmıştır
artık.
Oysa bu
daireye hiç girmeden tıpkı İbrahim aleyhisselamın
dediği gibi “biz Allah’tan başka (sizin ilahlarınızdan) korkmayız”( En’am
Suresi–81) demek
gerekmektedir.
Yukarıda zikrettiğimiz insan avcılarının en
kolayından cennet müjdeleyen tütsülenmiş
sözlerinin bir kısmı, oltanın ucundaki yemin besin değeri
bulunduğunun doğruluğu kadar doğru sözlerdir. Lakin çoğu
kere balık o besinden istifade edemez de bir parça yem uğruna hayat
suyundan dışarı çıkar ve beslenen değil hayatı pahasına besleyen bir
basitleşmiş özne haline gelebilir.
İlahi düzeni seküler düzlemde basitleştirerek
elde edilen bu
yemlerin arkasında duran oltacıların pedagojik yöntemleri
sözgelimi, ne kadar da albenilidir. İşte önünde diz çökülen mürşid bile bu yola ilk sülûk ettiğinde acemi, toy bir insanken şimdi kurtulmuş bir kurtarıcıdır artık. Esas olan böylece kurtulmuş bir
kurtarıcının bendesi
olmakla kaimdir. Böyle
kurtarıcı bir mürşide tabi olmazsan kaybolursun denilmiştir bir kere...
Oltaya takıldıktan sonra dergâha doğru yola düşen
mürid adayı, sofraya konmadan önce güzelce bir yıkanır,
sonra onu oraya taşıyan kutlu sebebin sahibi kişi
nezaretinde mürşidin elini ve eteğini tanıyacaktır.
Bir güzel günah çıkarılacak,
pişman olunacak ve artık eskisi gibi yaşanmayacaktır.
Çünkü mürşit onu hep görecek, bilecektir. Ne mutlu ona ki, anasından
doğduğu gibi, ak pak ve saf, Arafat’tan döner gibi(!)
günahsız olmuştur artık...
Mürşid ve yakın çevresi “Cemaatten ayrılan bizden değildir”
hadisini de sık sık duyururlar. Nasıl bir cemaat?
sorusunun bu esnada herhangi bir kıymeti
harbiyesi yoktur. Bahse konu olan esas hadistir ve hadis
tefsire muhtaç değildir. Güya siyasetle işi olmayan, cihad kavramı lûgatlarından çıkarılmış,
başörtüsü vs. gibi füruattan işlere bulaşmayan, etliye sütlüye karışmayıp yavan ekmeği tavsiye
eden bir cemaatin, tarikatın, dairenin, society'nin bakışıdır
bu bakış. Zikirden ve şeyhten başka hiç bir şeyin önemi yoktur. Fikir ise
kötülenmiş felsefeden başka bir şey
değildir. Yapılacak tek şey, ölü yıkayıcının önünde yatan meyyit gibi itaat etmektir.
Zira mürşid de sesizdir, onca zaman ne kendi konuşmuş,
ne müridi konuşturmuştur.
Bu aşamadan sonra mürşidin keramet,
mersiye ve kasidelerini sayıp döken meclislere katılarak,
garip ama bir o kadar da anlam içeren sosyolojik bir society'nin mensubu haline
getirilen insanlara zamanla hangi kabirden ne isteneceği, oraya
hangi edeple ve erkânla gidileceği,
teberrük için ekmek, şeker ve daha neler gezdirileceği
öğretilir. Bitmeyen ekmeklerden yenilir, çarçabuk
kotarılmış cabul cubul çorbalardan içilerek, mürşidin
sebep olduğu bereketle tanışılır
ve sanki de ömrünce aç gezmiş gibi ezbere çekilen müride rızkı
verenin Allah olduğu unutturulur.
Bu cahilane dizayn edilmiş
ilahi soslu society meclislerinde Allah’ı sever gibi şeyhini
seven cahil insanlar rağbetin tam da ortasındadırlar.
İnsanların kalplerindeki imanın yanına yerleştirilen şirk
öğretileri, ölülerden istimdat, gaiplerden gelen koruma
garantileri her toplanışın başat unsurlarıdır. Kiminin çamura çöken eşeği kurtulmuş,
kiminin tekerleği fırlayan arabası gavsın
himmetiyle yürümüştür. Sebep artık bellidir. Garanti
buradadır. Kurtuluş, kurtulmuş mürşidin çevresini kuşatmış
haldedir.
Society'nin merkezi konumundaki mahallin kokusu bile bambaşkadır.
Buradan alışverişler yapılarak oluşturulan
society ekonomisi muhteşem bir iç dinamik göstermektedir. Orada olmaktan ve öylece bomboş
durmaktan başka hiçbir mesleği, sanatı,
zanaatı olmayan- kabaca kendi geçimini bile sağlamaktan
aciz bir üst çevre ve mahdumları- için yapılan
bunca şey nasıl bir anlam ifade etmektedir? Yine de eklemek gerekir, hemen hiç
bir müridin aklına bile gelmeyen bu kıyıcı
soru aslında derinde bir yerde insanın
içinde durmaktadır.
Bir dahaki sefere hizmetleri nispetinde, vazifelendirilen
yeni mürit artık kazandıracağı yeni yeni müridler için bir sebep hükmündedir. O' da artık
bir avcıdır. Değil mi ki, mürşit hazretleri onu dünya
kazanına salacak ve ondan J. Saramago'nun, İncil’deki
İkinci İsa'sı gibi yeni kullar, yeni müritler getiren bir kepçe gibi
faydalanacak, memleket kazanından yeni yeni müridler
taşınacaktır society'e. Enikonu mürit, böyle
bir şeydir işte. Sanki bedava
bir ırgat, ya da eline tutuşturulan teranelerin çığırtkanlığıyla
ömrünü tüketecek mütevekkil bir seyyar satıcıdır
artık.! Müritler elinde yürüyen bu satışlar bazen sokaklardadır,
bazen lüks salonlarda, bazen bir dergi editörlüğünde, ama
her daim şeytanın gel dediği yerdedir.
Bunun dışında gerçekten irşad
olmayı bekleyenlerin hayal kırıklığına uğramaması için de
manevi irşat feyizle olur hikâyeleri üretilecektir
sürekli olarak. 'Mürşidin bir nazar etmesiyle ne
merhaleler kat edilir, ne derecelere ulaşılır kimse
bilemez' denilerek ezber üstüne ezberler dökülecektir. Oysa dinlediklerini aklından şöyle
bir geçirmeye kalksa insan, ilk bir kaçında hemen tökezleyecek,
çelişkilerle dolu, hiç duymadığı saçmalıklar kafasını allak bullak edecek ve
çaresiz olarak düşünmekten de vazgeçecektir.
Bundan sonra yalanlarla avutulan müride bol bol rabıta yapmak ve feyz almaktan
başka irşat yolu kalmayacaktır.
Mürşidini gözünde canlandıramayanlar için korkunun yanında
teknolojiyle giderilen bir emniyet kemeri takılır
müridin aklına. Cüzdanında evladının resmini taşımaktan imtina eden insanlara uhrevi hediyeler gibi resimler
verilir. Uzaktan ve yakından idare edilip, bir dahaki ziyarete kadar bol bol rabıtalar
tavsiye edilir.
Bu arada mürit nefsine uygun dini yaşantının membaına da
demir atmıştır artık. Yapılması gereken tek şey mürşidi kızdıracak
iş yapmamak, verdiği zikir ve evradı tamam çekmek, onu memnun etmektir. Dikkat
etmek gerekir; çünkü o işlenen günahlardan haberdardır, müridini görmektedir,
işitmektedir(!)
Böylesine sıkı takibe alınan ve denetlenen bir mürit kendisini
takibe alandan başka kimseyi, daha çok memnun edemez ve artık öfkesi, sevinci,
ibadeti, tevekkülü hepsi onadır. Her ne kadar Allah’ı ve resulünü unutmuşsa da
kendisine aracılık edecek paravan şirket muameleyi prosedüre uyduracaktır. Ona
göre bunların hiçbiri şirk sayılmaz, çünkü bu olan biten işlerin baş aktörü
Allah dostudur(!)
Allah dostu ile şeytan dostu olanları birbirinden ayırt edemeyen,
İslam’ın mesajını anlayamamış kimselerin bu tuzaklara düşmeleri gayet tabiidir;
çünkü onlar dini kaynağından öğrenmemişlerdir;
lakin bilenlerin susmasına ne demelidir?
Velhasıl koskoca bir ümmet dinini yaşamak için bin bir
meşakkat âlim ararken yolları kesen haramiler, İslam adı altında başka bir dini
öğretmektedirler. Onlar Müseylime’nin vârisidir ve öğrettikleri dine inananlar
Müseylime’nin ümmeti olurlar.
Saltanatlarının bekası ve şahsi menfaatlerinin devamı için
şeytanın da işini kolaylaştırarak Müslümanların dünyadaki zilletine, ahirette
de kendisinin ve yandaşlarının helakine sebep en tehlikeli ayrılıkçılar bu din
tacirlerinden başkası değildir. Onların tezgâhına / dergâhına / socitey'lerine
düşmemek, aldatıcı sözlerini dinlememek gerekir.
Oysa bilinmelidir ki; Allah’ın ayetlerini
dinlememiş birinin cahilce din tacirlerini dinlemesi en
büyük tehlikedir. Onlardan birçoğu Kur’an’a göre abdest almayı bile bilmezler.
Onları şeyh yapan babalarının sulbünden gelmiş olmaktan
başka hiç bir şey değildir.
Onlar bir yığın sapık inanç ve bid’at hükmündeki
amellerle övünüp sevinerek cennet ummaktadırlar. Hâlbuki
kendilerini memnun etmeye çalıştıkları diri veya ölü mürşitleri onlara cennet
veremez. Kalplerinde ve dillerinde bulunan safsatalar, Kelime-i Tevhid’in
manasına aykırıdır ve Rasûlullah’ın İslam mesajından çok uzaktır.
Onlar İslam’ın adını, soyadını, sicilini, kütüğünü her bir şeyini
kullanırlar; fakat İslam diye insanların kalplerine yerleştirdikleri şirk
inançları, inanan kimseyi ebediyen cehenneme hapseder.
Allah onların yaptığı bu işi şöyle haber vermektedir: “On(insa)ların çoğu ancak ortak koşarak
Allah’a iman ederler.” ( Yusuf Suresi–106)
Allah’ın hakkında hiçbir delil indirmediği inançlarla, amellerle
Allah’a yaklaşılacağını iddia eden müşriklerin akıbeti ebedi ateştir. Şayet
herkes kendi hevasına göre Allah’a yaklaşmanın yolunu bulacak olsaydı
peygamberlere ne gerek vardı?!
Onlardan birçoğu bu şirkten vazgeçmeyecek ve eski müşrikler gibi
içinde bulunduğu durumu savunmaya çalışacaktır.
Allah buyurdu ki:
“Allah’tan başka veliler edinenler derler ki,
biz onlara bizi Allah’a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz.
Allah onların ihtilaf ettikleri şeyde aralarında hükmedecektir. Allah, yalancı
ve kâfir kimseye hidayet etmez.” (Zümer Suresi–03)
Yani onlar kendilerini Allah’a yaklaştırsın diye birtakım aracılar
edinmişler ve bu aracıları övmelerine, sevmelerine, yüceltmelerine sebep, onun
güya Allah’a yaklaştıracak olması imiş!
İşte bu safsatalar cennet anahtarı olmak
şöyle dursun, olsa olsa maymuncuktur. Cennet kapısını ise maymuncuk açmaz.
‘La ilahe illallah Muhammedun Rasulullah’ deyiniz ve bu
sözde sebat ediniz; dininizi tarikat deccallarına emanet edip, peşlerinden
gitmeyiniz.
“(Resulüm!)
De ki: “İşte bu, benim yolumdur. Ben, Allah’a çağırıyorum, ben ve bana uyanlar
aydınlık bir yol üzerindeyiz. Allah’ı (ortaklardan) tenzih ederim! Ve ben ortak
koşanlardan değilim.” (Yusuf Suresi–108)